Ortasında
platformun hareket ettiği delikten başka tek bir penceresi bile olmayan, delikten
baktığında onlarca katı görebildiğin, duvarında ise 48 yazan bir yerde
uyanıyorsun…
20 Mart 2020’de
Netflix’e gelmesiyle herkesin konuştuğu bir film haline gelen The Platform, Netflix’in
istediği filmi popüler yapabildiği bir dönemdeyiz, daha önce yorumlamış olduğun
Cube ve Circle filmlerinin bir benzeri olarak karşımıza çıkıyor. Belirli bir
fikrin etrafında karakterlerin geliştiği bu film yönetmeni Galder
Gaztelu-Urrutia’nın ilk uzun metraj filmi, senaristleri ise David Desola ve Pedro
Rivero adında iki abimiz.
Film kahramanımızın
duvarında 48 yazan bir hücrede uyanması ile başlıyor. Başkarakterimizin hücre
arkadaşı ile tanışmasından sonra sistem ile alakalı tüm bilgileri izleyenler
olarak biz de kahramanımız ile birlikte öğreniyoruz. Dikey hücrelerden oluşan
sistemde yukardakilerin aşağıdakiler ile konuşmadığını, her gün yukarıdan gelen
platformda kalan yemeklerden yemesi gerektiğini ve her ay katının belirsiz bir
şekilde değiştiğini hücre arkadaşı sayesinde öğreniyoruz. Platformdaki
yemeklerin ise birinci kattan başlayan savaşla birlikte aşağıya ulaşamadığı
filmin ilk sahnelerinde gözümüze sokulan bir detay. Buraya kadar okumuş fakat
henüz filmi izlememiş azınlık için, eğer zamanınız varsa ve bu tür filmleri
seviyorsanız akıcı bir film olduğunu söyleyebilirim. Fakat film içerisinde
oldukça fazla kan vb. rahatsız edici görüntülerin olduğunu belirtmeliyim.
Beklenti çok yukarıda tutulmadan izlenebilir bir film, yazının buradan sonrası
ipucu içermektedir.
Yaratılan hava ve
sistem eleştirisi için oluşturulan platform konuya farklı açılardan bakan
herkes için başarılı gözüküyor. Kitap ve bıçak seçimlerinden deliğe sonradan
gelen ablamızın köpeğine, oradan kızını arayan ablaya kadar filmi izleyen
herkes kendisine göre farklı anlamlar çıkarmış. Deliği Pandora’nın kutusu
olarak görüp en alt kattaki küçük kızı umut olarak göreninden, kızını arayan
kadını Meryem Ana’ya kızın son sahnesini ise İsa’nın göğe yükselişine
benzetenine, Baharat ve Goreng’in platformla aşağı iniş sahnesini ise Don Kişot
ile Sanço Panza’ya benzetenler mevcut. Yani “Filmi izledim ama ne oldu şimdi?”
diyenler haklılar çünkü izleyenlerin yorumuna bırakılmış bir film. Yönetmen ise
Goreng’in kızı göremeden öldüğünü gerisinin ise bir hayal olduğunu ve
seyircinin yorumuna bıraktığını, amacının bir mesaj vermek olmadığını sadece
toplumsal sorunları gözler önüne serdiğini söylemiş.
Bana kalırsa film
hücrelere girilirken herkesin yanında getirmek için yaptığı seçimlerinin nasıl
kendilerini etkilediğini çok güzel bir şekilde izleyiciye vermeyi başardı.
Bunun yanında bulundukların deliğin tam olarak ne olduğu ise bir boşluk, zengin
biri sırf sigarayı bırakıp biraz kitap okumak için girebiliyorken hücre
arkadaşı yanlışlıkla adam öldürdüğü için girebiliyor. Baharat’ın diğer
katlardaki insanlarla nasıl tanıştığını, bilge adamı nasıl tanıdığını da tam
olarak anlayamıyoruz. Sonuçta yukarıdakiler aşağıdakilerle konuşmuyorlar ve Baharat’ın
oda arkadaşına ne olduğunu bilmiyoruz. Son kattaki kızın neden oda arkadaşı
olmadığı ve açlıktan bitap düşmediği de kafamızı kurcalayan sorular arasında. Neden
son katın 333 olduğu gibi sorular çoğaltılabilir fakat söylemek istediğim bir
filmde bu kadar soru işareti ve açık uçlu bir son bırakırsanız film kötü veya
çok iyi olarak değerlendirilemez. Filmi izleyen herkes kendisine göre
yorumlayabilir. Yine de çekim kalitesi ve gerilim seviyesi ile izleyenleri fazla üzmeyen seyretmesi basit bir film olmuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder