31 Mart 2020 Salı

The Platform / Galder Gaztelu-Urrutia / Film Yorumu #24




   Ortasında platformun hareket ettiği delikten başka tek bir penceresi bile olmayan, delikten baktığında onlarca katı görebildiğin, duvarında ise 48 yazan bir yerde uyanıyorsun…


   20 Mart 2020’de Netflix’e gelmesiyle herkesin konuştuğu bir film haline gelen The Platform, Netflix’in istediği filmi popüler yapabildiği bir dönemdeyiz, daha önce yorumlamış olduğun Cube ve Circle filmlerinin bir benzeri olarak karşımıza çıkıyor. Belirli bir fikrin etrafında karakterlerin geliştiği bu film yönetmeni Galder Gaztelu-Urrutia’nın ilk uzun metraj filmi, senaristleri ise David Desola ve Pedro Rivero adında iki abimiz.

   Film kahramanımızın duvarında 48 yazan bir hücrede uyanması ile başlıyor. Başkarakterimizin hücre arkadaşı ile tanışmasından sonra sistem ile alakalı tüm bilgileri izleyenler olarak biz de kahramanımız ile birlikte öğreniyoruz. Dikey hücrelerden oluşan sistemde yukardakilerin aşağıdakiler ile konuşmadığını, her gün yukarıdan gelen platformda kalan yemeklerden yemesi gerektiğini ve her ay katının belirsiz bir şekilde değiştiğini hücre arkadaşı sayesinde öğreniyoruz. Platformdaki yemeklerin ise birinci kattan başlayan savaşla birlikte aşağıya ulaşamadığı filmin ilk sahnelerinde gözümüze sokulan bir detay. Buraya kadar okumuş fakat henüz filmi izlememiş azınlık için, eğer zamanınız varsa ve bu tür filmleri seviyorsanız akıcı bir film olduğunu söyleyebilirim. Fakat film içerisinde oldukça fazla kan vb. rahatsız edici görüntülerin olduğunu belirtmeliyim. Beklenti çok yukarıda tutulmadan izlenebilir bir film, yazının buradan sonrası ipucu içermektedir.


   Yaratılan hava ve sistem eleştirisi için oluşturulan platform konuya farklı açılardan bakan herkes için başarılı gözüküyor. Kitap ve bıçak seçimlerinden deliğe sonradan gelen ablamızın köpeğine, oradan kızını arayan ablaya kadar filmi izleyen herkes kendisine göre farklı anlamlar çıkarmış. Deliği Pandora’nın kutusu olarak görüp en alt kattaki küçük kızı umut olarak göreninden, kızını arayan kadını Meryem Ana’ya kızın son sahnesini ise İsa’nın göğe yükselişine benzetenine, Baharat ve Goreng’in platformla aşağı iniş sahnesini ise Don Kişot ile Sanço Panza’ya benzetenler mevcut. Yani “Filmi izledim ama ne oldu şimdi?” diyenler haklılar çünkü izleyenlerin yorumuna bırakılmış bir film. Yönetmen ise Goreng’in kızı göremeden öldüğünü gerisinin ise bir hayal olduğunu ve seyircinin yorumuna bıraktığını, amacının bir mesaj vermek olmadığını sadece toplumsal sorunları gözler önüne serdiğini söylemiş.

   Bana kalırsa film hücrelere girilirken herkesin yanında getirmek için yaptığı seçimlerinin nasıl kendilerini etkilediğini çok güzel bir şekilde izleyiciye vermeyi başardı. Bunun yanında bulundukların deliğin tam olarak ne olduğu ise bir boşluk, zengin biri sırf sigarayı bırakıp biraz kitap okumak için girebiliyorken hücre arkadaşı yanlışlıkla adam öldürdüğü için girebiliyor. Baharat’ın diğer katlardaki insanlarla nasıl tanıştığını, bilge adamı nasıl tanıdığını da tam olarak anlayamıyoruz. Sonuçta yukarıdakiler aşağıdakilerle konuşmuyorlar ve Baharat’ın oda arkadaşına ne olduğunu bilmiyoruz. Son kattaki kızın neden oda arkadaşı olmadığı ve açlıktan bitap düşmediği de kafamızı kurcalayan sorular arasında. Neden son katın 333 olduğu gibi sorular çoğaltılabilir fakat söylemek istediğim bir filmde bu kadar soru işareti ve açık uçlu bir son bırakırsanız film kötü veya çok iyi olarak değerlendirilemez. Filmi izleyen herkes kendisine göre yorumlayabilir. Yine de çekim kalitesi ve gerilim seviyesi ile izleyenleri  fazla üzmeyen seyretmesi basit bir film olmuş.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder